HAYAT MÜZİKLE AKIP GİDERKEN…
Çocukluk yıllarında başlayan müzik aşkı hayatının her döneminde yer aldı. İlkokulda okulun bando takımında trampet çalarken ritm duygusunun güzelliğiyle tanışır. Her milli bayramda hem trampet çalar hem de mutlaka şiir okur...Öğretmen Okulunda okuyan ablasına alınan mandolini daha çok o sahiplenir. 5. sınıfta mandolin kursuna gider ve çok da iyi çalar.
Evde kardeşlerinden oluşturduğu halk müziği topluluğunu şef edasında yönetip, kayıt bittiğinde ise "yurttan sesler korosunu dinlediniz" anonsunu yaptırtacak kadar da kulağı deliktir. O dönemin ses kayıt cihazıyla hem kendi sesini, hem de televizyondan, plaklardan sürekli kayıtlar yapar. Bir gün okul teneffüsünde arkadaşlarına mandolin çalarak verdiği konser müdür odasındaki öğretmenler tarafından da dinlenir. Aslında kursu veren öğretmenin çaldığını düşünrüler. Karşılarında küçük kara kızı görünce oldukça şaşırırlar ve aileye, bu kız mutlaka konservatuarda öğrenim görmeli derler. Fakat o yıllarda Kırşehir'in Mucur ilçesinde böyle bir imkan yoktur. Evde bir ritüel havasında gerçekleşen plak çalma günlerinde, plaklardan birinden yanık bir sese kulak kesilir hep. "Yuh Yuh" diyen bu içli sesi sevdiği kadar sözlerinin de doğru olduğunu düşünür. Yıllar sonra İstanbul'dan Ankara'ya gelirken değerli ozan Aşık Mahsuni Şerif'in yapım aşamasındaki bağlamasının tekne kısmını getirir. Ve telefonda aynı yanık sesi duyunca oldukça heyecanlanır.
Evlerinin çok yakınında bulunan, sahibinin babasının arkadaşı olduğu(Topal Halil) kapalı sinema salonuna biletli girmenin dışında, zaman zaman da bahaneler uydurarak içeri süzülmeyi başarır. Sanatın yarattığı “büyülü atmosfer” i o salonda, filmleri izlerken, film müziklerini dinlerken çocuk ruhuyla da olsa çok etkilenerek hissedecektir. Hatta küçük taklitler yapmaya da başlar. Hülya Koçyiğit koşması gibi…Babasını eve çağırmak için gittiği kahvede "Topal Halil"in yürüyüşünü hem de kendisinin yanında çikolata karşılığında taklit eder...İlkokul 4. sınıfta bir müsamerede başında fötr şapkayla uzunca bir metni olan "Yaramaz" monoloğunu sergiledikten sonra mahalledeki kırtasiyeci ona "yaramaz" lakabını takar.
Yaşıtlarına göre algılaması ve düşünceleri biraz farklıdır. 11 yaşında “hatıra defteri”ne bir ilkokul öğretmeni şu satırları yazmaktadır. “Çağımızın hareketli dünyasında, kendi hareketlerini kendin kontrol edebilecek ve başarıya ulaşabilecek cici bir kızsın”…Yaşadığı ortam aktivite anlamında yeterli gelmediği için sıradanlıktan bunaldığında annesine, "anne hayatımız hep böyle mi geçecek" serzenişlerinde bulunur...
Ortaokulda babasına “baba beni Ankara’ya, Millet Meclisi’ne götürür müsün” der, çünkü o yaşlarda milletvekili olmayı da düşünür, sevdiği bir gazetede köşe yazarı olmayı da… Bu arada babasından sık sık ona bir bağlama almasını ister. Ankara’ ya Millet Meclisi’ne gidemez ama Ankara’dan sevimli bir bağlama gelir bir gün. Daha ilk gördüğünde aşık olduğu sazını, mandolin çalmaktan gelen yatkınlıkla kendi kendine çalmaya, sevdiği türküleri artık sazıyla söylemeye başlar. Ama ilgi alanı sadece türküler değildir, Türk Sanat Müziği ve Pop şarkılarını da merdiven boşluğu, banyo gibi evin en akustik yerlerinde söylemekten büyük keyif alır.
Hayranı olduğu M. Demirağ’ın "Nuran Arkadaş’a" yazılı imzalı resmi çok kısa sürede eline geçince dünyalar onun olur.
Şiir okumayı da yazmayı da çok sever. Ortaokulda bir şiir yarışmasında O. Veli Kanık'ın "İstanbul'u Dinliyorum" şiirini okuyarak birinci olur. Kendi yazdığı bir şiiri kardeşlerine ; size O.Veli'den bir şiir okuyorum demişliği bile vardır aldığı beğeniden sonra bu şiiri ben yazdım diyerek...
Çok başarılı bir öğrencidir, Fen Bilimleri, Sosyal Bilimler, Tiyatro, Müzik, Şiir, her şeye ilgi duymaktadır. Bu ilgi fazlalığı tek bir konuya yoğunlaşma konusunda sıkıntı yaratır, tam bir rehberlik de alamadığı için, yine ilgi alanları içinde olan, uzay, gökyüzü konuları nedeniyle liseden sonra Astronomi Ve Uzay Bilimleri okur… Ülkenin o dönemki koşullarında okuldaki eğitimden çok başka sorunlarla boğuşması nedeniyle çok da kendini veremez bu eğitime ama Astrofizikçi olarak bitirir. “Çıkınca ne olacaksın” sorularına pek yanıt veremese de bitirince bir bankada bilgisayar programcısı olarak görev yapacaktır.
Üniversite öğrenimini sürdürüken, hem fakülte korosu hem de Üniversite korosunda görev alır. Hem çalar hem söyler. Bir gün bir türküyle gelir hoca. Korodan sadece o söyleyebilince Radyo sınavına girmesi gerektiğini söyler. Dışardan "Yeşil Ayna Takındın Mı Beline" türküsünü duyan kişilerin stüdyodan çıkınca mutlaka kazanırsın dedikleri sınavı kazanamaz. Çünkü radyodan bir hocadan ders alarak alt yapı oluşturma çalışmalarından habersizdir, hala bu konulardaki yeteneği pek gelişmemiştir.
İş hayatına bilgisayar programcısı olarak Emlak Kredi Bankası’nda göreve başlar. Müzik sevdası devam ediyordur. Ama öyle dindirilebilecek türden bir istek değildir bu. Banka bünyesinde üç aylık maaş değerinde çektiği krediyle Ankara’da yaşayan Tavşancı Hüseyin’e dut ağacından çok güzel bir bağlama yaptırır. Ustaların kendi imzalarını attıkları sapın en ucundaki bölüm sonradan tamir için gittiği bir atölyede başka bir usta tarafından çalınacaktır. Bankanın yemeğinde söylediği şarkı ve türkülerle banka personeli gözünde “sesi güzel kız” ünvanını uzmanlık ünvanından epey önce alır. Tüm iş arkadaşları onun mutlaka bir şeyler yapmasını söyler sürekli.
Yeni türkü tadında çıkan kasetleri alır, onları dinler ve çalıp söyler arkadaş muhabbetlerinde. Amacı bir kaset çalışması yapmaktır. Bu gruplardan birine vokal yapma düşüncesiyle Ankara’da bildiği tek yapımcı firma olan SSK İş Hanındaki Ada Müzik’in yolunu tutar. Firma sahibi büyük bir sempatiyle dinler ve sesini dinletmek üzere Çankaya taraflarında bulunan bir stüdyoya, Müjdat Akgün’e giderler. Sezen Aksu’dan, Livaneli’den şarkılar, söyler. M. Akgün sesini çok beğenir ve sesinde acaip bir yanıklık var bu da çok iyi bir şey der firma sahibine. Ve tek başına bir albüm çalışması yapılabileceğini, derse filan ihtiyacı olmadığını söyler. Kadın sesinden Livaneli şarkıları düşünülür ve 5 yıllık bir sözleşme imzalar. Amacı yeni başlamış olduğu işini bırakıp, profesyonelce bu işi yapmaktır. Ara sıra uğradığı firma yetkilisiyle konuşmalarından pek de güven duymaz bu projenin gerçekleşeceğine… sonraki gelişmelerde de firma iflas eder ve sözleşme bozulur.
Sözleşmenin devam ettiği süreçte, her ne kadar gerek yok denmiş olsa da O sorumluluk duygusuyla müzik dersleri almaya başlamıştır… Devlet Opera Ve Balesi solistlerinden farklı zamanlarda şan, solfej dersleri alır. İlk solist hocası şan dersinden önce biraz piyano çalma yöntemi öğrenmesi gerektiğini önerir ve basit ezgilerle piyano çalmaya başlar. Bir gün parmak değişimi sırasında, notanın üzerinde yazan sıraya bakmaksızın sezgisel olarak farklı bir parmak geçişi yapar. Hocası, Bach’a ait bir geçiş olduğunu söyler… aynı zamanda şan da çalışmaya başlar. Müthiş bir keyif alır sesini kullanmaktan ve hızını alamayıp Mersin’e, yeni açılacak operada korist sınavına bile gider. Tüm bu ders ücretleri oldukça külfetlidir. Bankadan aldığı maaşının çoğunu bu derslere yatırmaktadır.
Sınava giden grupta diğer herkes ya konservatuar öğrencisidir ya da bitirmişlerdir. Yine başka bir solist hoca, Savaşeri Kolat, bu sınava hazırlanırken rezonans boşluklarını iyi kullanıyor diye diğer arkadaşlara örnek gösterir ve bakışlar biraz değişir haliyle…Operacı olmak gibi bir hayali yoktur. Sınava, Murat Göksu’nun böyle bir sese bizim operamızda da ihtiyaç var demesinden tabiki etkilenir ama daha çok, kazanırsa bir yıl eğitim almış olurum düşüncesiyle girmiştir. Ama o dahil gruptan kimse sınavı kazanamamıştır. Kocaman sahnenin yarattığı heyecan ve kafasında Rengim Gökmen’in, "Astrofizikle Müzik arasında nasıl bir bağlantı var" sorusuyla Ankara’ya döner… Diğerleri çok üzülse de o deneyim olarak görür. Çünkü aklı fikri hala o yapamadığı kaset çalışmasındadır.
“Livaneli Türküleri Projesi” gerçekleşmese de, ( epey sonraları bu proje Leman Sam’la yapıldığında doğal olarak üzülür) O gider ve CSO da saksafon sanatçısı olan Atilla Şentin’in stüdyosunda, yeni düzenlemelerle Livaneli’nin iki şarkısını seslendirir. Gözlerin ve Nefesim Nefesine… Bu çalışması Ankara’da radyolarda çalmaya başlar. Radyo Arkadaş'tan sesini ilk kez duyduğundaki heyecanı anlatılır gibi değildir, gözlerinden iki damla yaş süzülür, ama mutluluktan…
Hayat akıp gidiyordur, Su gibi… Bir akşam Afsad’da, fotoğraf sanatçısı arkadaşı Gülümser İşçelebi’nin Su dalgalarını fotoğrafladığı dia gösterisinde O antik aryalar söyler.
Sonradan albüm kapağı resminde kullanılmak üzere, hiçbir ücret almadan ayna çerçevesi figürü yapacak olan heykeltraş Metin Yurdanur (Ankara’daki bir çok anıtlar ve heykeller ona aittir, Abdi İpekçi Parkındaki El gibi…) kendisini kutlar ve
"Sizin de sesiniz Su gibi" der…
O dönem türküleri yorumlayışı biraz farklılaşır, duygudan çok sesin gücüyle ilgilenir, dinletilerde pek mikrofon kullanmaz. Oysa aslolan hissetmek ve hissettirmektir.
Kaset yapma fikrinden vazgeçmediği için, Ankara’da bulunan müzisyenlerle görüş alışverişinde bulunur sürekli. Eftal Küçük, Tolga Çandar gibi kasetlerini beğeniyle dinlediği sanatçılarla tanışır, görüşlerini alır. Tolga Çandar’ı bir stüdyo çalışması sırasında izlerken, uzay üssünde füze fırlatılışını izler gibi sessiz ve heyecanlıdır. Çandar’ın kolundaki saatin sesi duyuldu diye kayıt baştan alınınca anlar ki stüdyo çalışması oldukça hassas bir iştir.
Bu arada İstanbul’a da gider aynı amaç için. İMÇ’nin merdivenlerinden çıkarken, aklına ünlü olmak için evinden bavuluyla kaçıp soluğu orda alan film karakterleri gelse de yüzünde gülümsemeyle, kararlı adımlarla Majör Müzik’e, önceden randevusu olan Selda Bağcan’la görüşmeye gider.
Selda Bağcan’la, “Çok dişi bir sesin var” cümlesiyle o gün başlayan diyalogları, bir iki ay sonra telefonda ”İstanbul Ankara gibi romantik ilişkilerin yeri değil” cümlesiyle biter.
Çünkü bu süreçte Ankara’da görüştüğü Murat Kalaycıoğlu daha önce Edip Akbayram’a da verdiği bestelerinden söz edip, düzenleme için de İstanbul’dan Mustafa Budan’la anlaşarak çok güzel şeyler yapılabileceği konusunda onu ikna eder. S. Bağcan'ı arayıp durumu bildirir ve O da o meşhur cümlesini söyler...
M. Kalaycıoğlu sohbetler sırasında kendisinin çok masum olduğunu, bu işlere girecekse daha uyanık olması konusunda uyarılarda bulunur...
İstanbul’a giderek Mecidiyeköy’de Arı Stüdyolarında “Doğarcasına” adlı albümünü tamamlar. Tüm masrafları kendisi karşılar, besteler, düzenleme, stüdyo kullanımı, epey yüklü bir meblağdır. Aynı koşul S. Bağcan için de geçerlidir.
Stüdyo aynı anda bir çok kişinin çalışabileceği kadar büyük ve ayrı bölmelerden oluşmuştur. Bu arada stüdyoya gelip giden müzisyenlerle de tanışma fırsatı olur. Bir çok değerli müzisyen ve yorumcu gelir oraya. Çalışma aralarında her açılan kapıdan bir ses duyulmaktadır. Herkes birileri hakkında yorumlar yapar. Volkan Konak adı da çalınır kulağına bir ara. Kim bu, ne söylüyor gibi… N. Taş’ın çalışması çalınırken Selmi Andak “kim bu ses” diye sorması üzerine onunla da tanışma şansı yakalar. Ahmet Kaya’yla sohbetleri olur. Mustafa Budan’ın "dişi Ahmet Kaya" arayışı kendisine de iletilmiştir ama O sadece kendi olmak, sesiyle, yorumuyla kendine özgü bir yorumcu olmak ister…
Ve dağıtım için bir firmayla anlaşılarak Ankara’ya döner. Kaset kapağı ve içindeki fotoğrafların tümünü arkadaşı G. İşçelebi çekmiştir, hiçbir karşılık beklemeden. Bir gün hadi Kayseri’ye gidiyoruz der. Kayseri Tv de çalışan arkadaşı Nihat’la, Gesi’de, Sultan Sazlığında kendi olanaklarıyla klip çekerler… Evlerinde kaldığı Nihat’ın annesi sonradan klipleri Kayseri Tvde görünce, Aa o kız sanatçı mıydı, niye daha önce söylemedin oğlum der, Anadolu insanının olanca sıcaklığıyla…Nihat da bir ücret talep etmez…
Bu arada Bilgisayar Programcılığı devam eder, içsel çatışmalarıyla birlikte… Memur zihniyetin diğer kurumlara göre en az olduğu bir ortamda çalışsa da o tüm zamanını müzikle geçirmek ister. İçsel çatışmalarını şiir yazarak azaltmaya çalışır. Kafka’ya benzetir kendini, hatta Ona yazdığı bir mektupla içini döker…
Albüm tanıtımı için televizyon, radyo programlarına katılır. Albümle ilgili o dönemim müzik dergilerinden birinde kendisiyle ilgili şöyle bir yorum yapılır.
“Nuran Taş henüz yeni bir ses ve yetenek. Ancak kasetini dinleyince, artık uzun yıllar müzik piyasasında adını duyacağınıza emin olabilirsiniz. S. Ç’nın yapımcılığını gerçekleştirdiği kasette toplam 10 eser bulunmaktadır. Daha önce Yeni türkü grubundan dinlediğimiz “Rembetiko” isimli eser de kasetin içinde yer alıyor. Murat Kalaycıoğlu ve Mustafa Budan’ın söz ve besteleri hemen göze çarpıyor.” Benzer bir yorum Hürriyet Gazetesi'nde de yayımlanır...
Söz ve müziği kendisine ait bir şarkısına M. Budan yeni bir beste yaparak, onu da albüme koyarlar. Çekip gitmek değil, hiç değil...sözleriyle başlayan beste, sevgiliye yazılmış gibi algılansa da O aslında müzik yolculuğunu düşünerek yapmıştır. Kendi bestesini değiştirse de M. Budan sen yine de beste yapmaya devam etmelisin der… Tanıtım için klip çekimi yapılması, ciddi ücretler ödeyerek bu kliplerin “döndürülmesi” gerekir.
Güleycan şarkısı için klip çekilmesini ister ama firma böyle tanıtım işlerine pek yanaşmaz. Zaman zaman ülkenin en ücra köşesinde bile posterlerinin görüldüğünü, kasetinin çalındığını duysa da kesinlikle yeterli bir tanıtım yapılmadığını düşünür. TRT de ve başka kanallarda programlara, radyo programlarına katılır ve bu böyle devam eder.
Bir ara başka bir firmayla anlaşma yapmak düşüncesiyle yine İstanbul’da Duygu Müzik’ten Sinan Çetin’le görüşür. Yapımcı daha çok deyiş söyleyen sanatçılarla çalışma yaptığını vurgulayarak kendi tarzına pek sıcak bakmadığını söylese de Taş’ın kasetini alır ve çekmeceye koyar. O sırada içeri genç bir kız girer. Çetin tanıştırır genç kızla ve artık sadece söylemenin yeterli olmadığını, saz çalıp söyleyerek başlamak gerektiğini filan anlatır. Aradan iki üç ay gibi bir zaman geçer ve bir gün Taş evde bir müzik kanalında genç bir kızın Güleycan’ı söylediğine tanık olur. O da ne, alt yapı kendisininkiyle tıpa tıp aynıdır ve hatta sözlerde yaptığı çok küçük bir hatayı dahi aynen yapmaktadır genç kız. Sonradan deyişlere ağırlık veren ama tanıtım için bu şarkının uygun görüldüğü bu genç kız S. Çetin’in kanatları altındaki Özlem Özdil’dir.
Yeni firma arayışı sürerken Kalan Müzik’ten Hasan Saltık’la da görüşür. Saltık da ben artık etnik çalışmalara ağırlık vereceğim der ve Kardeş Türküler adlı bir gruptan söz eder. Bu arada “senin ne farkın var diğer herkesten" gibi de bir soru sorar !… tabiki ses rengidir, tınısıdır, yorumdur ve de en önemlisi tutkudur...Kardeş Türküler’e verilen destek karşılığını bulur ilerleyen yıllarda.
Sonraki dönemlerde de İstanbul ziyaretleri devam eder. Her seferinde gerçekler ve algılar konusunu bir kez daha düşünür. Ve artık İstanbul görüşmelerinden de oralarda kendini anlatmaktan da oldukça sıkılır ve İstanbul sayfasını kapatır.
Ankara’da iş hayatına devam etmek zorundadır. Müzikte yapacağı her türden çalışma için işinden başka maddi destek sağlayacağı bir durum yoktur çünkü. Şan, nota, solfej dersleri sırasında aklına takılan müzik terimleri, majör, minör, ilgili minör ne demek gibi sorularının cevabı için Çağdaş Sanat Merkezi’nde bir hocadan özel ders alır. Piyanoda çalınabilecek küçük besteler bile yapar. Dominant, supdominant nedir öğrense de bilgileri çok teorik düzeyde kalır...ama kesinlikle anlar ki müzik içinde acaip bir biçimde matematiği barındırmaktadır.
Çeşitli grup çalışmalarıyla etkinlikler yapar. "Yağmur Öncesi" grubundan Sevgili Barış Atakan’ın bağlaması eşliğinde, çoğunlukla edebiyat ortamlarında, ya da kendi adına yaptığı etkinlikleri sürer. İşi pek kolay değildir. Radyo Sanatçısı ya da Kültür Bakanlığı sanatçısı olsa, işi kolaylaşacaktır, ki memur zihniyetin heyecanını öldürür korkusuyla oralara da pek sıcak bakmamıştır. Bu sıralarda Barış Atakan’ın önerisiyle Okan Murat Öztürk’le tanışır, albümünü dinletir, hikayesini anlatır. O dönem Kıvılcım Sanat Merkezi’nde sanat danışmanı olarak çalışan Öztürk, sesini çok beğenir ve kendisinin de içinde olacağı çalışmalar yapılabileceğini söyler. İlk albüm Halk Müziği’nden biraz uzaktır. Beste türküler , şarkılar ağırlıktadır. Kendisinin çok yoğun olduğunu söyleyerek, eğer halk müziğine odaklanmak istiyorsa, Coşkun Güla Müzik Merkezi’nde Bircan Pullukçuoğlu ile (maalesef rahmetli oldu) Halk Müziği Repertuarı çalışması yapabileceğini söyler. Artık canı çok ders almak istemese de Öztürk’ün motivasyonuyla, Oscar aldıktan sonra bile oyunculuk derslerine devam eden Joudi Foster azmiyle, bir yıl sürecek olan repertuar derslerine başlar.
Bu arada Kıvılcım Sanat Merkezi’ni de ara sıra ziyaret eder. Bu ziyaretlerinden birinde karşısında, çok sevdiği ve müzik anlayışlarını da çok beğendiği Erkan Oğur ve İ.Hakkı Demircioğlu’yla karşılaşır. Okan Murat Öztürk size bir ses dinleteceğim der ve bağlamasını alır eline. Taş büyük bir heyecanla “Gel Gör Beni Aşk Neyledi” ilahisini söyler… Erkan Oğur sesinin tınısını, Demircioğlu ise kendi deyimiyle volümünü çok beğenir. Bir gün onlarla acaba sahnede birlikte olur muyuz gibi bir düşüncesi olan Taş, büyük bir mutlulukla ayrılır ordan… Bu düşüncesi hala gerçekleşmemiştir… ama bir girişimi de olmamıştır doğrusu… Coşkun Güla Müzik Merkezi, Kıvılcım Sanat Merkezi arasında mekik dokuduktan sonra, artık Halk Müziği Repertuarı konusunda epey yol katetmiştir. Düzenlemelerini ve çalmalarını O.M. Öztürk’ün yaptığı iki türkülük stüdyo çalışması yapar. Türkü seçimi sırasında Pullukçuoğlu’na kök söktüren Taş, sonunda Pullukçuoğlu ona, sen de benim gibisin der… Bu çalışması bir firmadan çıkmasa da, dağıtım, radyo ve televizyon programlarında kullanma anlamında pek de bir fark olmamıştır. Hala da herkes tarafından çok beğenilerek dinlenir…
Bu arada güzel bir gelişme olmuştur. TRT de halk müziği konusunda bir program yapan Ahmet İnam, üzerinde yorum yaptığı türküleri seslendirmek üzere yanına bir yoldaş aramaktadır. İnam’ın yanına elinde üç dosya repertuarla giden Taş, “Aydın Bakışı” adlı programın solisti olmuştur. Ama aynı zamanda doğaçlama sohbet de yapılacaktır. Kültür Bakanlığı Korosu'ndan arkadaşların sazlarıyla eşlik ettiği program hem entelektüel düzeyi hem de doğallığıyla büyük bir beğeni kazanır. Taş bu arada Tapu K. Müdürlüğü’nde işine devam etmektedir, çünkü Emlakbank tasfiye edilmiş, onun payına da orası düşmüştür. İş ortamının farklılığı nedeniyle çok sıkıntılar yaşasa da TV programının verdiği şevk ve mutlulukla yoluna devam etmiştir. Bu haliyle çok ilgi çeken program bir Kültür Bakanlığı çalışanı tarafından da fazla ilgi görmüş olacak ki, araya türlü torpiller koyarak, büyük bir çiğlikle gelip Taş’ın koltuğuna oturmakta bir sakınca görmemiştir. Ahmet İnam da o kişiyle yola devam etmiştir bir süre.
Bu arada felsefesini yıllar öncesinden merak edip okuduğu ama pratik anlamda da çok ilgi duyduğu Yogayla tanışır. Bedensel, ruhsal bütünlük sağladığını görerek bu konuyla ilgili farklı çalışmalara katılır, hiç bitmeyen öğrenci ruhu ile bu kez "ders alma" süreci bu alanda başlar. Çok hassas ve duyarlı kişiliği nedeniyle kim bilir, böyle bir dengelenmeye ihtiyaç da duyuyordur o sıralar. Çin Tıbbıyla ilgilenir. SES in, iyi hissetme, şifalanma gibi alanlarda etkisini gördükçe heyecanı tümüyle artar. Mantra müziğiyle tanışır. Üç kişilik çalışma gurubuyla bu tip çalışmalar yapılan merkezlerde eğitimler verirler, o daha çok ses kısmıyla katkı sağlar. Bu deneyimlerini kapsayan bir kitap ve mantra cd çalışması da düşünmektedir.
Yoga çalışmaları sürerken Ankara’da, Radyo Özgür’de kendi hazırlayıp sunduğu “Sesler Ve İzler” programına başlamıştır. Zaman zaman sanatçı konuklarını da ağırlayan Taş, programın içeriği ve sunumuyla dikkat çekmiş ve gelen konuklarından Musa Eroğlu, seninle böyle bir programı Televizyonda yapmak isterdim demiştir. Bu programla birlikte, kendi programcı yanını keşfetmiş ve aynı programı televizyon kanallarında yapmayı düşünmektedir...
Şimdilerde ise yeni bir stüdyo çalışması hazırlığı içindedir. Yani akış devam ediyor...
Su gibi arı, su gibi duru ve hala AŞK ile...